Çocukluğum
Aşağıda bulacağınız “Hangi Takımı Tutuyorsun?” başlıklı yazıyı 2017 yılında Rıfat Bali tarafından Libra Kitap’tan çıkan bir kitap için yazmıştım. Yazdığım bölümü PDF formatında açmak isterseniz: Google Drive bağlantısı
-
Bu çalışma onsekiz Türk Yahudi gencinin kendi kalemlerinden doğdukları, büyüdükleri ve birer yurttaşı oldukları Türkiye hakkında düşündüklerini, hissettiklerini, kırgınlıklarını, hayal kırıklıklarını, sevinçlerini, kimliklerini nasıl algıladıklarını anlatan bir derleme. Kitapta yer alan metinlerin ortak noktası gençlerin Türk toplumu tarafından adlarından ve/veya dinî kimliklerinden ötürü “yabancı” olarak algılanmalarından ve de gündelik basında ve sosyal medyada rastlanan antisemit yayınlardan ve ifadelerden, en hafif tabiriyle, rahatsız olmaları. Azınlıklar ve Türk Yahudileri hakkında araştırma ve okuma yapmak isteyenler için kayda değer bir çalışma.
(Sayfa No: 89 - 105)
"Hangi Takımı Tutuyorsun?"
Bilimin anlattığı geçmiş on bir haneli, dinlerin anlattığı dört! İnsanların kendi hayatlarından anlatabildikleri süre ise genelde iki basamaklı bir sayı. Ben de otuz senelik bir süreyi geride bıraktım ve birinci ağızdan anlatabileceğim süre bu kadar. Bütün öznelliğiyle geçmişimden bazı notlar paylaşayım. İzmir'in merkezinde doğdum ve yine orada büyüdüm. Geçmişe dair ilkokul yıllarımdan itibaren artarak devam eden bir merakım var. "Geçmişini bilmeyen geleceğini de bilemez" sözüyle tarihi öğrenmenin önemini vurgulayanların eleştirel düşünmeye aynı derecede sahip çıkmadıklarını anlamam uzun yıllarımı aldı. Okul hayatının uzunca bir döneminde geçmişi öğrenmenin ders kitaplarını ve Türkçe birkaç ansiklopediyi ezberlemekten geçtiğini sanıyordum. Azınlık kavramından çok, farklılık üzerinde durmam daha doğru olur. Küçüklüğümde de aile ve çevre olarak farklıydık. Daha doğrusu farklı olmayı seçmiştik. Öteki olarak adlandırdıklarımız da bizi farklı görmeyi seçmişlerdi. İlkokul yıllarındayken şimdiki gibi adım başı bir özel okul yoktu. Şehirdeki herkes devlet okuluna gider, ilkokul beşinci sınıfta girilen sınav sonucunda da özel okul, Anadolu Lisesi veya yakınlarda bir orta okula kaydolurlardı. O zamanlarda İzmir'de ilkokulu özel bir okulda okumak özel olduğu kadar garip bir durumdu.
Okulumuz, Havra Sokağı olarak bilinen ve tarihî havraların da olduğu İzmir, Çankaya'da yer alıyordu. Doksan ila yüz kadar öğrencisi olan okulun öğrencilerinin hemen hemen tamamı Alsancak'tan servisle gelirlerdi. Neyse ki herkesin üstünde mavi önlük olduğu için hangi okula gittiğimizin üniformadan anlaşılma ihtimali yoktu. Soran hiç kimseye "İzmir Özel Musevi İlkokulu öğrencisiyim" dediğimi hatırlamıyorum. İlkokul öğrencisi olarak alışkın olduğum bizim ilkokulda diğer tüm öğrencilerden farklı derslerimizin olmasıydı: İbranice dersi ve din dersi. İbraniceyi öğrenmemizin nedeni günlük konuşmaları takip edebilmekle birlikte din kitaplarını da okuyabilmekti. Kitap harflerinin yanı sıra el yazısı yazmayı da öğreniyorduk. Din dersleri ise sınıftaki bazı arkadaşlarım için oldukça zordu. Aslında derste anlatılanların birçoğu o dönemde eve düzenli olarak gelen Şalom gazetesinde de yazıyordu: dinî bayramlar, Yahudi tarihi ve gelenek görenekler. Okulumuzun bir başka ilginç özelliği de karşı komşusu olan okulun İmam Hatip Ortaokulu olmasıydı. O dönemde çok da yaygın olmayan bu okullarda aslında bizim ilkokuldaki derslere benzer dersler gördüklerini, birkaç yıl sonra tanıştığım İmam Hatip Ortaokulu'nda okumuş bir öğrenciden öğrenmiştim. Gerçi hiçbir öğretmenimin veya sınıf arkadaşımın karşıdaki okulla ilgili bilgi verdiğini, soru sorduğunu veya karşılaştırma yaptığını hatırlamıyorum. Daha doğrusu, yetişkinler kendi aralarında konuşmuş olabilirler; ama en azından benim gibi ilkokul çağındaki bir çocuğa açıklama gereği duyan olmamıştı. İlkokulda çevremdeki çoğunluğun "azınlık" olarak adlandırıldığını ortaokul ve lise yıllarımda farkettim. Özel okulların yanı sıra sınavla ve sınavsız girilen devlet okullarını da içerecek şekilde şehirdeki farklı okullarda eğitim aldım. Okul değiştirme nedenlerime burada girmeyeceğim; fakat gittiğim okullar içerisinde açık arayla en iyi okulun "ev"in kendisi olduğunu söyleyebilirim. Belki de bu nedenle özellikle ilkokul sonrası ev-okulu kavramını fazlasıyla benimsemiştim. Ancak yine de resmî bir okula kayıtlı olup okula devam etme kalıbını da yıkmadık.
Çekirdek aile içerisinde tek baskın dil Türkçe idi. Annemle babam, ablamla benim anlamamı istemedikleri bir konu konuştuklarında, Fransızca veya İbranice konuşmaya başlarlardı. Şunu da eklemem gerekir ki bu biraz da bizim aileye özel bir durumdu. Annem de babam da İbraniceyi yükseköğretimleri için bir süreliğine İsrail'e gittikleri için biliyorlardı. Genelleştirebileceğim bir nokta varsa; o da, çok dilliliğin muhtemelen bizim nesille birlikte boyut değiştirdiği gerçeği. Eskiden evde, çevrede çok da çaba sarf etmeden dil öğrenme kavramı yerini bolca kursa gitmeye bırakmıştı. Gittiğim okullarda ve kurslarda okutulan dilleri sıralayayım: İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Almanca, İbranice... Hatta lisedeyken rehberlik yapan bir tanıdığımızdan Japonca dersi alıp ardından değişim programıyla bir ay kadar Japonya'ya da gitmiştim. Ne var ki "Kaç dil biliyorsun?" diye bir soru ile karşılaştığımda ya da bu soruyu kendime sorduğumda Sokrates'e atfedilen o ünlü söz aklıma geliyor: "Bildiğim bir şey varsa, o da hiçbir şey bilmediğimdir!" Dil öğrenmeyi, benim gibi matematik dersine çevirenlerin konuşma ihtimalleri sıfıra yakın. Öte yandan, bu dillerin hiçbirini kullanamıyor olsam da, yıllar sonra karşıma; seyahatler ve ev arkadaşlarım nedeniyle İspanyolca ve Çince, üniversitede de Hollandaca çıkınca dil ve kültür çeşitliliğinin keyfiyle zorluklarını aynı anda yaşamaya alıştım.
Konu dillerden açılmışken aile içerisinde yüzyıllardır nesilden nesile aktarılan Yahudi İspanyolcası olarak da bilinen Ladino'yu artık üşengeçlikten mi yoksa başka bir nedenden dolayı mı bilmiyorum, ama öldüren nesil olarak da tarihte yer alacağımızı eklemiş olayım. Büyükannemin Türkiye'de doğup büyümesine karşın, birkaç kelime dışında hiç Türkçe öğrenmemiş olması bana her zaman çok şaşırtıcı gelmişti. Öte yandan benim de birkaç kelime dışında Ladino konuşmuyor olmam da onlar için şaşırtıcı muhtemelen. "Vatandaş Türkçe konuş!" söylemini fazlasıyla yerine getirmiş olsak gerek ki Türkçeden başka dil kullanmaz olmuşuz. Bugün yabancı dil denince ilk akla gelen dil İngilizce. Ancak önceki yüzyılda kabul gören dil Fransızca olduğundan geçmiş nesillerde aile içerisinde de Fransızca bilmeyen yok gibi bir şeymiş. Şimdilerde her ne kadar çocuklarını Fransız okullarına gönderenler olsa da ağırlık İngilizceye geçmiş durumda. İbranice öğrenmek ise bir nevi Kur'an Arapçası öğrenmek gibi. İsrail'e göç edenlerin ilk işi oradaki İbranice kurslarına gitmek olsa da onun dışında İbranicenin pek bir etkisi yok.
Akrabalarımızın çoğunluğu İsrail'e yerleşti. Geçmişte Afrika ve zamanında Afrika ve Güney Amerika'ya göç etmiş olanlar da, sonraları Kanada, ABD ve Avustralya gibi ülkelere yerleşenler de var. Sadece kendi akrabalarımı temel alarak dilin kimlik açısından çok önemli olduğunu söyleyebilirim. Amcamın kızları Brezilya'da doğup büyüdükleri için Portekizcenin dışında orta seviye İspanyolca ve kendilerini kurtaracak kadar İngilizce biliyorlar. Anneleri de yanılmıyorsam Lübnan'dan Brezilya'ya gitmiş Yahudi bir aileden geliyor. Tek bir kelime Türkçe bilmedikleri için babalarına "Türk" ya da "Türkiyeli" denmesinin onlar açısından bir şey ifade ettiği yok. Diğer kuzenler arasında İbranice, İngilizce ve fena sayılmayacak derecede Ladino konuşup Türkçe olarak birkaç kelime küfür ve az sayıda atasözü bilmenin ötesine geçemeyenler de var. Bu bir tercih meselesi belki de. Hangi ülkede olursak olalım internetten Türkçe videolar izleyip bunun üzerine ablamla ve yakın arkadaşlarla geyik muhabbeti yapmak... Benim için dil ve kültürün merkezi bu. Belki Brezilya'da doğup büyüyen kuzenlerim de benzer esprileri Portekizce yapıyorlardır da bize bir şey ifade etmiyordur. Dil konusunda daha birçok tartışma yapabilirim ama artık dilin beni, bizi, hepimizi nasıl tanımladığımıza bakayım. Oradan da "Yahudilik benim için din mi, kültür mü?" tartışmasına geçerim.
Türk Yahudisi, Türkiyeli Yahudi, Yahudi Türk: Türkiye'de Yahudi Olmak
Türk mü? Türkiyeli mi? Yahudi mi? Musevi mi? Türkçede bu tür tartışmalar varken, İngilizcede "Turkish Jew" dışında pek bir alternatif olmadığı için bu tür tartışmalara hiç girmeye gerek kalmıyordu. "Jewish Turk" diye bir tabir hiç duymadım. Aile içinde duymaya alıştığım "Türk Musevileri", "Türk Yahudileri" tabirleri idi. Bir de "Türkiye Yahudileri" başlığını kullanıyorduk. Sanıyorum ki "Türkiyeli" kelimesi alt ve üst kimlik tartışmaları ile başladı. Cumhuriyet dönemiyle gelen tek dil, tek millet kavramlarını savunan "Ne mutlu Türk'üm diyene!" sloganlarının kendi ailem tarafından da fazlasıyla benimsendiğini söyleyebilirim. Ama benim ne düşündüğüme ailem içerisinde kimse karışmadı, halen de karışmamakta. Altını defalarca çizmem gereken bölüm tam da burası. Tek tip düşünmenin dayatıldığı, keskin doğru ve yanlışların olduğu, tartışmanın yasaklandığı değil aksine tartışmanın, sorgulamanın teşvik edildiği bir aile ortamında büyüdüm. Bu birçok açıdan çok güzel bir duygu ama bir yandan da bu özgür sorgulamalar hayatı sorgulatmaya, "ya biz ne yapıyoruz burada böyle?" demeye kadar götürmekte. Yine bu hayattaki amacımızın kendimizi geliştirmek olduğunu düşünerek iyi ki böyle bir ailede dünyaya gelmişim diyebilirim.
"Türkiye'de Yahudi olarak yaşamak nasıl bir duygu? Günlük hayatta antisemitizme maruz kalıyor musun?" Yerlisinden yabancısına birçok kişi bu tür sorular soruyor. Kimileri cevabımı gerçekten merak ettiği için, birçok kişi ise cevabı kafasında çoktan vermişçesine kendince benim de aynı cevabımı vermem için retorik bir soru olarak soruyor. "Burada yaşam berbat! Her gün aşağılanıyoruz, hayat giderek zorlaşıyor!" ya da "Hayat süper! Deniz, kum, güneş... Ülke on iki mevsim tatil yeri!" gibi aşırıya kaçan cevaplar bekleyenlere de rastlıyorum. Özellikle negatif ucu arayanlar dikkatimi çekiyor. Sanki ben şikâyet etsem tatmin olacaklar. Başkalarının mutsuzluğundan mutlu olan insanlar... Bir de kendine kurtarıcı rolü biçenler var. "Bakın çok geç olmadan oraları terk edin, yoksa çok geç olacak!" Aynı cümleyi birileri Mars'tan gelip tüm dünyadakilere söylese daha anlamlı olabilir. Dünyadakiler de diyebilir: "Satürn bizi çağırdı da biz mi gitmedik?"
"Dünyalı olmak", "dünya vatandaşı" kavramları çevremdekilere neden çok klişe bir olguymuş gibi geliyor. İçi boş sözlermiş gibi... "Her şey vatan için!" demek çok asil, "her şey dünya için!" demek çok boş. Çünkü vatan kutsal, dünya değil. Vatanı kaybedince dünyanız da kayboluyor. Peki dünyayı kaybedince vatan bize mi kalıyor? Günlük hayatta bize dayatılan söylemler o kadar çelişki dolu ki neresinden tutsam elimde kalıyor. Düşünmeyi çok seviyorum ama iş eyleme gelince az düşünüp çok hareket edenlerin hep arkasında kalıyorum. Dil ve kültür özellikle müzik, görsel sanatlar ve mutfaklar söz konusu olunca dünya çok eğlenceli geliyor. Ama konu ekonomi, finans, siyaset ve dine gelince işte o zaman insanlar sanki bir anda boyut değiştiriyor.
İnsanlık tarihi insanlığın sorunlarına çözüm olarak sunulan dinlerle dolu. Ama her çözüm beraberinde yeni sorunlar da getirmiş. Belki de eski sorunları güncellenerek karşımıza çıkarmış. Adil, eşitlikçi, barış dolu bir dünya... Bu kavramlarla ilgili de kütüphaneler kitaplarla dolmuş taşmış durumda. Bu konular üzerine okuyup düşünmek de gayet keyifli. Ama işte iş eyleme, kitleleri yönetmeye gelince çok renkli bir dünya bir anda siyah ve beyaza dönüşüyor. Sıfır ve birlerin hâkim olduğu dualite dünyasına... Ne düşündüğünüzün, ne yaptığınızın çok da bir önemi yok çünkü hakkınızda hüküm çoktan verilmiş.
Bu anlattıklarım konunun biraz daha teorik kısmı. Pratiğe, günlük hayattaki deneyimlere geldiğimizde tablo pek farklı değil. Türkiye'de Yahudiliği Müslümanlıkla karşılaştırmak isteyenlerle keyifli sohbetlerimiz oluyor. Ama ufak bir ayrıntıyı da atlamamam gerekiyor. Yahudilik bol bol eleştirilebilir, Müslümanlık asla! Kimliğimde yazan din zaten bozulmuş. Bozulmasa başka bir din neden gelmiş olsun ki? "Ben de Yahudiliğe inanmıyorum ki?" dediğim anda "O zaman hadi gel seni Müslüman yapalım!" diyenler de çıkmıyor değil. Konu Yahudi olmanın da ötesinde Tanrı'ya yani Allah'a inanç konusuna geldiğince "Gel sen de Budist ol, bu aralar moda zaten!" diyene rastlamıyorum.
Türkiye'de günlük hayatta sokakta konuştuğum kişilerin dünyasındaki Doğu, Ortadoğu'da bitiyor. Birçoğuna göre sömürgeci Batı işini gücünü bırakıp birlik olup Türkiye üzerine oyunlar oynuyor. Milyarlık Çin ve Hindistan gibi ülkeler ayrıntı! Biri ayırt edilemeyen çekik gözlü pilav yiyenlerin, öbürü de pis pis nehirlerde yıkanıp ruhlarını arındırdıklarını sanan fakirlerin diyarı. Bunu diyen kişilere "bu anlattıklarınız biraz ırkçı bir bakış açısı değil mi?" diye sorduğunuzda da ne yapıp ne edip bu soruyu sorduğunuz için sizi ırkçı ilan edebiliyorlar. Japonlar, Koreliler, Çinliler üretir, biz tüketiriz. Neye inandıklarının bir önemi yok. Umarız bir gün o uzak diyarlarda yaşayanlar da doğru yolu bulurlar. İşin ilginci bu gibi şeyler söyleyenler, kendileriyle aynı dinden olanlara da güvenmiyorlar. Suriyeli mültecilerle ilgili çalıştığımı söyleyince hemen yüz sene önce Arapların Batılı güçlerle iş birliği yapıp bizi arkamızdan vurduklarını hatırlatıyorlar. Herkes kötü, bir tek kendileri iyi. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yok!" diyenlere "Bence senin kendinden başka düşmanın yok!" demek istiyorum da içimde tutuyorum. Neticede konuştuğum kişi bir insan. İnsanların sağı solu belli olmuyor! Birçok insanın daha kendine tahammülü yokken başkalarına neden olsun ki? Matrix filmindeki Ajan Smith gibi herkese dokunup kendilerine dönüştürme güçleri olsa da içlerindeki kavga bitmeyecek. Hatta belki de daha da artacak. Kendileriyle barışık olmayanlardan başkalarıyla barışık olmalarını bekliyoruz. Aynaya bakıp sakin kalamayan bana bakınca mı sakinleşecek?
Genelleştirmelerin, etiketlerin, stereotiplemelerin bolca olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Eskiden "bilgiye erişim kısıtlı" derlerdi, şimdi internette bolca bilgi olsa da sosyal medyada okudukları birkaç cümle, izledikleri birkaç dakikalık video ile fikir sahibi olanların devrinde yaşıyoruz. Geleneksel medya da reklam alabildiği sürece durumdan gayet memnun. Olaylara "hâkim" olmaya çalışmak, farklı bakış açılarını okumak sıkıcı. En iyisi tarafını seç ve avukat ol. Sesin ne kadar çok çıkarsa o kadar haklısındır! Ben de bağırarak konuştuğum için genelde haklıyım. Hatta her zaman haklıyım! Benden daha mı iyi bileceksiniz? Ölüme yaşamdan daha büyük tutkuyla sarılan, barışı abartılmış bir klişe, savaşı ise kutsal gören bir bölgenin çocuklarıyız. Biz de ölelim, yaşıyoruz da ne oluyor? Bu bakış açısına sahip kişilerle hayatın güzelliklerini nasıl konuşabilirsiniz ki? Farklılıkları tek tipçi hayat anlayışlarına tehdit olarak görenlerin diyarında azınlık olanlar, çeşitlilikleri renklilik olarak görüp bakış açılarını genişletmek isteyenler. Bu azınlık kesimde her dinden, mezhepten, etnik kimlikten insan var. Çok çeşitli diller konuşuluyor. Ancak ne var ki hiçbir yöneticinin uyumdan, toplumsal sorunlara çözümden yana olduğunu sanmıyorum. Çatışın, çatışın, daha çok çatışın! Çalışmak sıkıcı, çatışmak heyecanlı! Konu çatışmalara gelince insanlar fikirlerin çatışması, bilimsel tartışmalar değil doğrudan silahlı çatışmaları düşünüyorlar. Ortadoğu'da aksi düşünülemez. Doğu-Batı ikileminin ötesine geçemiyoruz. Afrika ve Ortadoğu denince akla silah geliyor. Gelmemesine de imkân yok. Şiddet yoksa yaşam yokmuş gibi bir algı var. Huzur istiyorsan ya bölgeyi terk et onunla da yetinemiyorsan dünyayı terk et. Ama bunu söyleyen kişinin nüfus cüzdanının arkasında "Musevi" yazınca işin rengi değişiyor. Müslüman birine potansiyel terörist muamelesi yapılmasını eleştirenler nüfus cüzdanının arkasında Musevi yazan biri gördüklerinde Rothschild'in akrabasıyla konuşuyormuş gibi davranıyor. Merkez bankaları bizde, borsalar bize çalışıyor. Sanki her Arap da Suudi Arabistan kralının kardeşi ve petrol şirketinde hisse sahibi.
Aynı Ligin Farklı Takımları
Yahudilikle ilgili gelenek-görenek gibi genel-geçer sorularla karşılaştığımda bildiğim ezberleri sıralamak oldukça kolay oluyor. Bilmediğime de internetten bakabiliyorum. Yahudilik milli bir din mi? Musevilik ile Yahudilik arasında ne fark var? Birkaç kitap önerip işin içinden sıyrılmak da mümkün oluyor. Bir de daha kişisel yaşamımla ilgili sorular soranlar oluyor: "Yahudi biri ile evlenmezsem ailem sorun çıkarır mı? Dindar bir Yahudi miyim? Düzenli olarak duaya gidiyor muyum?"
Öncelikle şunu diyebilirim ki benim için insanlar arasında Yahudi, Müslüman, Hristiyan, Budist, Deist, Ateist vs. fark yok. Her inanca mensup insanlar arasında oldukça geniş bir zihniyet yelpazesi var. Genele baktığımda biraz önce anlattığım gibi farklılıklara tahammülü olanlar azınlık, çatışma ve dışlama peşinde koşanlar çoğunluk gibi geliyor bana. Bu şekilde düşünmemin bir nedeni de çoğunluk dediğim kesimdekilerin daha çok bağırıp çağırması ve başkalarına fiziki ve psikolojik baskı uygulamaları. Dünya bu zihniyetten ötürü oyun kalitesi oldukça düşük bir futbol ligine benziyor. Kendi takımlarını şampiyon olarak görüp karşı takıma küfür eden taraftarlar topluluğu. Bu tür bir benzetme ile ne kastettiğimi açıklayayım. Onlar için ilkeden çok çok bunu hangi tarafın söylediği önemli. "A grubundan bir kişi B grubundan bir kişiye saldırmış" dediğinizde aslında olayı protesto etmeden önce A ve B gruplarının kim olduğunu merak ediyorlar. A'nın B'ye yaptığını eleştirenler aynı olayı B'nin A'ya yapmasını takdir edebiliyorlar. Genelleştirme durumları da aynı. "Tüm Yahudiler böyledir" diyene "Bütün Müslümanlar şöyledir" şeklinde karşılık veren de bolca mevcut. Bu böyle gelmiş böyle gidiyor. "Gerçek din bu değil!" çıkışları yaparak inancını farklı yorumlayıp insanlara zarar verici eylem yapanlara karşı gelenler de kavgayı izlemekle yetiniyor.
Suçu insanlara atmak hoş karşılanmayacağından sistemlere atıyoruz. Ama sistemlere yapılan eleştiriler de posta kutusuna gönderi adresi yazılmadan atılmış zarflara benziyor. Sorumluluk alan yok. Örneğin dinine sımsıkı bağlı Yahudi biri sokağındaki alt yapı sorunuyla ilgili çözümü belediye ile irtibata geçmek yerine Kudüs'teki Ağlama Duvarı'na giderek arıyorsa kendi bilir. Ama belediye çalışanları da kendi çözümlerini bu tür yöntemlerle çözmeye çalışıyorlarsa o zaman orada insanca yaşamak giderek zorlaşır. Bu arada örneği Yahudi bir kişi üzerinden vererek kolaya kaçtığımı itiraf edeyim. Neticede Yahudilere sabaha kadar hakaret etsem en fazla Facebook gruplarında karşı hakarete maruz kalırım; ama can güvenliğimle ilgili bir sıkıntı yaşayacağımı sanmıyorum. Başka gruplarla ilgili örnekler verirsem bu durumun aynı şekilde sonuçlanması biraz zor.
Aynı ligin benzer kalitedeki takımları ile bu takımların futbolcuları... Ama sanki herkese öğretilen ve takdir edilen de topa geli- şine abanmak ve rakibini sakatlamak. Böyle olunca haliyle siz de mahallenizde Messi'yi izlemeyi bekleyemezsiniz. Türkiye de dahil olmak üzere özellikle Ortadoğu'daki gidişat bu. Şimdi gelelim böyle bir bölgede nasıl bir Türk ve nasıl bir Yahudi olduğuma. Yahudilik benim için din mi kültür mü? Türklük ya da Türkiyelilik mi önde geliyor, yoksa Yahudilik mi?
Kelime Oyunları
Son on yılda çok satanlar listelerinde yer alan ve filmleri de çekilen kitap üçlemesi Açlık Oyunları'nı duymuş olabilirsiniz. Aynı yazar kimlik ve aidiyet kavramlarını konu edinen bir fantastik roman üçlemesi yazsa bence adını Kelime Oyunları koymalı. Aslında çok da fantastik bir romana gerek yok. Bu hikâyeleri günlük hayatımda sıkça yaşıyorum. Bir örnekle başlayayım:
Birkaç yıl önce İstanbul'da katıldığım bir gençlik çalıştayına Kazakistan'dan geldiğini söyleyen bir öğrenci Türkçe konuştuğumu duyunca sonradan yanıma gelip "ben de Türk'üm, atalarımız aynı yerden gelmişler" dediği anda ne cevap vereceğimi pek bilemedim. Türkçe konuşmadığı için ben de Kazakça ve Rusça dillerinden hiçbirini bilmediğim için mecburen İngilizce konuştuk. Katıldığım tüm uluslararası etkinliklerde kendimi Türk olarak tanıtırken o anda Kazak arkadaşa "yok benim atalarım o kadar uzağa giden Türklerden değil" dedim ama deyim yerindeyse beynim kısa devre yaptı. Neticede İngilizce konuşuyorduk ve tek bir kelime vardı: "Turkish". Türkçe biliyor olsa "sen Türk ben ise Türkiyeliyim" mi demeliydim? "Ne mutlu Türk'üm diyene!" söyleminde de muhtemelen vurgulanmak istenen atalarının nereden geldiğine bakmaksızın kendine Türk diyebilir ve bununla mutlu olabilirsin.
Bundan 10-15 yıl kadar önce anneme babama etnik köken ve ulusal kimlikle ilgili sorular sorduğumda verdikleri ortalama yanıtlar onların gençliğinde kimsenin kim Kürt, kim Türk olduğunu sormadığını, herkesin kendi çevrelerinde rahatça yaşadığını söylemişlerdi. Daha sonraları anladım ki onların yaşadıkları yerler akvaryum olduğu için okyanusta neler yaşandığını pek de takip etmemişler. Babam İzmir'de Yahudi mahallesinde büyümüş. Evde ve sokakta Türkçe konuşmuyorlarmış. İlkokulu İzmir Musevi İlkokulu'nda okuduktan sonra ortaokulu o dönemde halen papazların eğitim verdiği İzmir St Joseph Ortaokulu'nda tamamlamış. Lise için de İstanbul'a yatılı gitmek istemediği için İzmir Atatürk Lisesi'nde okumuş. Anladığım kadarıyla da akvaryumdan çıkması lise zamanını bulmuş. Ama aslında o dönemde de sonrasında da yine de Türkiye'de olup bitenleri genelde uzaktan takip etmiş. Askerliğini de uzun dönem olarak Edirne, Babaeski'de yapmış. Annem ise Ankara'da doğup büyümüş. Kendi annesi İstanbul, Ortaköy'den Ankara'ya gelin olarak gitmiş. Dedem işinde başarılı bir ithalatçı ya da bugünkü tabirle girişimciymiş. Annem de ilkokuldan liseyi bitirene kadar TED Ankara Koleji'nde eğitim görmüş. Oldukça korumacı bir ortamda büyümüş.
Ne zaman ki babam doktora eğitimi için İsrail'e gitmiş, işte orada Türk olmuş. Onu Türk yapan kendisi değil çevresi olmuş. Almanya başta olmak üzere birçok ülkeye giden Türk göçmenler gibi... İçeride yabancı dışarıda Türk. Annem de babama göre daha kısa süreli ama daha erken bir yaşta İsrail'e üniversite eğitimi için gitmiş. Daha önce bahsettiğim üzere Türkiye'de yaşayan birkaç kişi dışında akrabamız da yok. Ama dışarıda yaşayan orta yaş ve üstü akrabalarla konuştuğum dil Türkçe. İş pasaporta gelince renkler biraz değişiyor. "Ne mutlu Türk'üm diyene!" diyen tanıdıklar "Ne mutlu vize başvurusu yapmak zorunda olana!" demiyor. Elinizdeki pasaport bir nevi kredi kartına dönüşüyor. Avantajlı olana bakıyorsunuz. Örneğin Çin'in çifte vatandaşlığı yasaklayan komünist parti liderlerinin de çocukları ABD'de Çin vatandaşı olarak okuyup mu yaşıyorlar yoksa belli etmeden bir yandan da ABD ve Kanada gibi ülkelerin vatandaşlığına geçip o pasaportları mı kullanmaya çalışıyorlar emin değilim. Ama bir gerçek var ki o da pasaportların etki gücü ve seyahat kolaylığı konusunda en sıkı milliyetçilerin de kısa devre yaptığı.
"Kelime Oyunları"na geri dönecek olursak bu pasaport olayında da benzer bir durum var. Babamın ailesinden ötürü İtalyan vatandaşı sayılıyorum. Onun da nedeni bildiğim kadarıyla şu şekilde: Türkiye'de sokaktaki insanın da bildiği İspanya'dan kovulup Osmanlı'ya sığınan Yahudilerin dışında İspanya'dan sonra bugünkü İtalya üzerindeki prensliklere de gidenler olmuş. Bir o liman, bir bu liman derken genelde hep liman kentlerinde yaşamışlar. Uzun lafın kısası bu çifte vatandaşlık hakkından yararlanarak hem Türk, hem de İtalyan vatandaşıyım. Küçükken de İzmir'deki İtalyan Okulu'nun okul sonrası İtalyanca kurslarına gitmiştim. Bugün sorsanız 3-5 kelimeyi zar zor bir araya getiririm çünkü o zamandan bu yana hiç pratik yapmadım. Pasaportla ilgili bir sorum olduğunda yurt dışında İtalyan konsolosluklarına gittiğim oldu. Kimi zaman Avrupa'da bir ülkede sınırdan geçtiğimde görevliye pasaportu uzatınca bana İtalyanca konuştuğu da oldu. Neyse ki artık elektronik geçiş sistemi var da konuşmaya gerek olmuyor. İtalyanca konuşamayan İtalyan olur mu? Gayet de oluyormuş. Bu noktada durup sormak lazım: İtalyan mıyım, İtalyalı mıyım?
Son zamanlarda İspanya ve Portekiz ülkeleri de Sefarad Yahudilerine vatandaşlık vermeye başlayınca bir anda hepimiz Avrupa'ya girmiş olduk. Portekiz ve İspanya vatandaşlığı arasında tercih yapan arkadaşlarıma baktığımda kredi kartında "A Bankası mı, B Bankası mı daha avantajlı bir program sunuyor?" gibi hesap yapıldığını gördüm. İspanya bir ara temel seviye İspanyolca isterken Portekiz ise bu şartı da aramıyordu. Bu satırları yazarken durum halen aynı olabilir. Benim için İtalya pizza ve dondurma, arkadaşım için de Portekiz Ronaldo'dan ibaret. Yahudilerden başka Bulgaristan'dan gelmiş olanlarda da hızla Bulgar dolayısıyla Avrupa Birliği pasaportu alanlar var. İngiltere kalmış, çıkmış çok da fark etmiyor. Mesele Avrupa'ya ait olup olmamak değil. En azından benim için değil. Dil, etnisite, milliyet konuları işte değişen dünyada giderek karmaşıklaşıyor çünkü bu durumdaki kişilerin sayıları artıyor ve hareketlilikleri artıyor. "Sınırlar kapansın! Biz kendimize yeteriz!" diyenler de bunu son model Samsung ve iPhone marka telefonlardan yaptıkları için bana pek inandırıcı gelmiyorlar.
Peki işin dini ve inanç boyutu nasıl? Türklük, Türkiyelilik, İtalyanlık, İtalyalılık derken bendeki Yahudilik ne durumda?
Ah Şu Yahudiler
Yahudilikle Müslümanlık ve Hristiyanlık arasındaki en belirgin fark nüfus farkı. "Dünyada kaç Müslüman var, kaç Hristiyan var, kaç Yahudi var?" diye baktığınızda ve bunları yüzdelik dilime böldüğünüzde Yahudilik yüzde birlik dilimi bile kaplamıyor. İki din için her o dinden olmayan potansiyel yeni üye iken, Yahudilik dışarıya fazlasıyla kapalı. Ama burada asıl odaklanılması gereken kişi sayısına bakılmaksızın tüm bu dinlerin çok farklı grupları barındırıyor olması. Söz konusu Müslüman ve Hristiyan gruplar olunca tüm dünyaya farklı zamanlarda yayılmış olan bu dinlerin tarihteki gelişmelerin de etkisiyle çok çeşitli alt grupları barındırıyor olması şaşırtıcı gelmese de Yahudilik içerisinde de dışarıdan sanılanın aksine oldukça karmaşık bir nüfus mevcut. Nedense bu durum Türkiye'de de hiç konuşulmuyor. Belki de komplo teorilerinin içerisinde karmaşıklığa yer olmamasının da etkisi vardır. Hiç kitap okumayan, kendisini geliştirmek adına okuduğunu sorgulamak yerine akşamları televizyon programlarından, sosyal medya sayfalarından ezber bilgiler almaya çalışanlardan elbette bu konuda da farklı bir yaklaşım beklemiyorum. Ancak işin benim açımdan şaşırtıcı kısmı Türkiye'deki Yahudi gençlerin hatta yetişkinlerin de diğer Yahudi toplumlar hakkında bilgi sahibi olmamaları. Kürt, Zaza, Alevi, Boşnak, Çerkez, Laz gibi nice zenginlikleri tanımayan Türkiye'deki birçok Yahudi arkadaşım Nobel alan Yahudiler üzerinden kendileriyle de gurur duyarlarken aslında bu dünyaya da oldukça yabancılar. Haliyle de birisi gelip dünyadaki Yahudiler hakkında atıp tutmaya başlayınca cevap veremiyorlar. "Sefarad mısın? Aşkenaz mısın?" soru göreceli olarak kolayken "sizler de Ortodoks musunuz?" sorusu oldukça zorlayabiliyor. Cevabın kolay ya da zor olmasından değil soruda geçen Ortodoks kelimesinin ne anlama geldiğinin bilinmemesinden de kaynaklanıyor.
Benim açımdan bu sorular Türkiye hakkındaki sorulardan daha zor. Bilgimin kısıtlı olmasının yanında referans alabileceğim bir noktanın da yer almaması konuyu zorlaştırıyor. Ortak bir dil yok, her ne kadar gelenek-görenekten bahsetsek de aslında yemek dışında da konuşulacak pek bir nokta da yok. Türkiye'deki birçok Yahudi arkadaşımdan farkım diğer ülkelerdeki Yahudi gençlerle daha çok vakit geçirmiş olmam. Bunda o ülkelerde yaşamış olmamın ve sıkça seyahat etmemin de etkisi var. Bir seyahat esnasında Amerika'dan gelen Yahudi üniversite öğrencilerinin olduğu bir gruba Amerikalı Yahudilerle ilgili atıp tuttuğumda haklı olarak eleştirilmiştim. Sonuçta tüm bir grubu nasıl aynı kefeye koyabilirim?
Dolar milyarderi ve milyoneri Yahudilerin sayısının oldukça fazla olması fakir Yahudi olmadığı anlamına gelmiyor. Ama bir yandan da bir noktada genelleştirme yapası geliyor insanın. Kimine göre Yahudiler toplum olarak çok başarılı. Sadece iş dünyasında değil bilim ve sanat dünyalarında da oldukça faaller. Kimilerine göreyse dünyayı kötü emelleri için kullanıyorlar. Her iki uçta da oldukça abartanlara rastlıyorum. Belki bu tür yorumları yapanlar olaylara çoktan seçmeli sınav mantığıyla yaklaştıkları için "A mı, B mi, C mi, D hepsi mi?" gibi tek cevaplı bir çerçeveden yaklaşmaya çalışıyorlar. Haliyle de durumu çok anlamadan sonuca ulaştıklarını düşü- nüyorlar.
ABD'nin New York kenti oldukça geniş bir Yahudi topluluğuna ev sahipliği yapıyor ve bu grup tek tip olmaktan çok ama çok uzak. Türkiye'de sokaktaki ve televizyondaki tartışmaların odak noktası olan İsrail'e de baktığımızda da benzer bir nüfus çeşitliliği göze çarpıyor. Sefarad, Aşkenaz, Mizrahi, Teymani gibi Yahudilerin uzun zaman yaşadıkları farklı bölgelerden kaynaklı çeşitliliğin ötesinde inanç yelpazesinde de oldukça çeşitlilik ve bu çeşitliliğin beraberinde getirdiği görüş ayrılıkları var. Sokakta gezerken reform gruplarına üye olanları fark etmeniz pek kolay olmayabilir. Yahudi dendiğinde de birçok kişinin kafasında canlandırdığı şapkalı, lüle saçlı ve sakallı erkeklerle de peruk veya şapka takıp ayak bileğine kadar uzun etekler giyen kadınlar. Bir de tabii yanlarında her boy çocuk. Bu gruba dahil olanlar genelde Ultra-Ortodoks olarak adlandırılıyor. Yakın çevremdeki Yahudi arkadaşlara ve tanıdıklara da sorduğumda onlar için de onların hepsi Ortodoks. Peki bütün Ortodoks gruplar aynı mı? Onların da birçok alt grubu var. Modern Ortodokslar, Açık Ortodoks (Open Orthodoxy) hareketin bağlı olanlar, Ultra-Ortodokslar şeklinde saymaya başlayabiliriz. Ultra-Ortodoks gruplar içerisinde de birçok farklı grup var. Özellikle fotoğraf ve film dükkânında çalışan Satmar Yahudileri gibi. Belz, Ger, Lubaviç, Bobov, Boston, Spinka gibi daha birçok farklı grup var. Bunlar arasında İsrail yanlısı olanlar olduğu gibi İsrail Devleti'nin varlığına inançları gereği karşı olanlar da var. Zaten onlar da Türkiye'deki bazı çevrelerin en sevdiği Yahudi grup. Sakalı var, cübbesi var, şapkası var, hem İsrail'e de karşı. O zaman çıkaralım televizyona da izleyiciler İsrail karşıtı Yahudi görsün. Bu grupların İsrail'e karşı olup olmamaları Ortadoğu'daki halkların ne durumda oldukları, kimin haklı kimin haksız olduğunu düşünmelerine değil Yahudilik inançlarını nasıl yorumladıklarına bağlı. Anlayabildiğim kadarıyla ortak noktaları mesih inancına sahip olmaları. İsrail'e karşı olan dindar gruplar da mesih gelmeden ülkenin kurulmaması gerektiğine inanıyorlar. Mesih inancı Hristiyan gruplarda da var. Hristiyanlar mesih olarak İsa peygamberin geleceğine inanırlarken Ortodoks Yahudilere göre bu kişi kesinlikle bir başkası olacak. Buna bir de İslamiyet'teki Mehdi inancını da eklersek her üç dinin de odağında bir kurtarıcının gelmesi var. Yine anlayabildiğim kadarıyla bu dinlerden birini inançları olarak seçen birçok grubun barış içerisinde birlik olup kurtarıcı bekleme niyeti de pek yok. Durum böyle olunca da "Benim inancım bana kalsın!" diyorum.
Yahudilik benim için ailemin bayramlarda bir araya gelmesi. Yahudilikte var olan cumartesi iş yapmama, etle sütü bir arada yememe gibi birçok kuralı ben veya çevremdeki Yahudi arkadaşların hiçbirisi uygulamıyor. Tüm bu kuralları uygulamak isteyenin de dünyadaki birkaç nokta dışında kalan yerlerde yaşamını rahatça sürdürmesi oldukça zor. Farklı bir örnek vermek gerekirse çevresindeki herkesin kebapçılardan çıkmadığı ve başka alternatifin de olmadığı bir yerde bir kişinin vejetaryen olarak kebapçılara gidip sosyalleşmesi pek de kolay değil. Kurallara uymayan biri olarak nasıl bir Yahudi sayılırım? Kurallara harfi harfine uyduklarını düşünen gruplara sorarsanız ya beni Yahudi saymayacaklardır ya da onlara göre "kötü" bir Yahudi olacağım.
Bu şekilde anlatınca eminim bu yazıyı okuyan ve farklı dine mensup kişiler de kendi yaşadıklarıyla benzerlikler görebiliyorlardır. Cuma namazına gitse de Ramazan'da oruç tutsa da başka kişi ve gruplar tarafından dinine yeterince bağlı olmadığı konusunda eleştirilenler... "Herkesin dini, inancı kendine" diyen bir yandan da herkesi kendine benzetmeye çalışan ve daha kendisiyle bile barışık olama- yanların çoğunluk oldukları bir dünya. Böyle bir dünyada benim inancımdan kaç kişinin Nobel aldığı, kaç kişinin en zenginler listesinde yer aldığına bakıp gurur duyma gereği hissetmiyorum. Çünkü benim için yeterli başka bir gurur kaynağına sahibim: o da kavga ve şiddetten uzak, fikir alışverişini ve çok sesliliği ön planda tutan bir aile kültürü içerisinde büyümüş olmam. Benden sonraki nesillere de aktaracağım en önemli değer de bu. Umarım başarırım!